DAMDAKİ O KEMANCI'YI BEN GÖRDÜM

16.12.2014 10:02:37

Damdaki Kemancı… Talas Ali Saip Paşa Sokağı'na gitmişseniz mutlaka görmüşsünüzdür, çok keyifli bir mekân. Kapıdan içeri girer girmez, sanki kendi evinize girmiş gibi oluyorsunuz…

Damdaki Kemancı… Talas Ali Saip Paşa Sokağı’na gitmişseniz mutlaka görmüşsünüzdür, çok keyifli bir mekân. Kapıdan içeri girer girmez, sanki kendi evinize girmiş gibi oluyorsunuz… İyi mesleklere sahipken, gelecek korkusunu, daha fazla ve hırsla para kazanma çabasını bir tarafa atmış, sadece daha mutlu olma gayreti içerisinde Ahmet ve Özlem Gavremoğlu çifti… Röportaj değil de, sanki yıllardır tanıdığım akrabalarımla, evlerinde sohbet ediyormuşuz havasında geçti bir saat. Damdaki Kemancı, Ahmet Gavremoğlu… Hayatta en sevdiği şey keman çalmak… Evin hanımı ise Özlem Gavremoğlu, yalnız geçirdiği çocukluk ve gençlik yıllarından sonra, hiç çıkarmadığı şapkasıyla kafesinde misafirlerini ağırlıyor. Ben çok keyif aldım onlarla konuşurken, şimdi sıra sizde…

  

Damdaki Kemancı, hoş bir mekân olmuş. Sıcak, ev gibi sanki… Bunu nasıl başardınız?

 

Türkiye’de parayla yapılan iş yeteri kadar var zaten. Bir yere gidiyoruz, eğlenceli zaman geçirelim diye masanın karşısındaki kişinin sesini duyamıyorsun. O kadar gürültülü oluyor ki…  Bir defa mekânı görmek için gidiyorsunuz, gerisi gelmiyor.  Benim çok yakın arkadaşlarım var. Çok güzel kafeler açtılar, çok fazla paralar verdiler, çok da güzel mekânlar yaptılar. Aldıkları koltuk takımlarının bir tanesiyle, ben içerideki bütün konsepti daha az ücretle tamamladım.

 

Burada kullandığınız malzemeleri siz mi tasarladınız?

 

Ahmet: İçeride görülen her şeyi biz yaptık. Kasa çaktık, tabureleri kendi ellerimizle yaptık.  Vidalarını kendimiz sıktık. Boyasını kendimiz yaptık. Burada gördüğünüz ne varsa parkeler hariç biz yaptık. Burası eskiden viraneydi, kapısı bile yoktu.

 

Herkes kendinden bir şey bulabiliyor burada…

 

Özlem: Burası öyle bir yer oldu ki herkes bir şey getirdi. Hediyeler getirdi, evde kullanmadıkları eşyaları, süs eşyalarını getirdi. İnsanlar da işte böyle yaparak burayı daha çok benimsedi.  Bir kere gelmiş, müşterimiz olmuş. Diğer gelişinde bize bir şeyler getiriyor.

 

2,5 ay olmuş henüz mekân açılalı ve müşteri kitleniz çok fazla, siz bunu neye bağlıyorsunuz?

 

Özlem: Onu samimiyete bağlıyoruz. Bir de insanlar burada, görmediği çok şeyi gördü. Yaş itibariyle bana baktıklarında makyajlı, saçlar yapılı, boyalı oturan bir kız görüyorlar. Bu kız hayatında kendini ne kadar zorlayabilir ki. Benim çekiç, matkap kullanabileceğimi; sıva yapabileceğimi ancak hayal edebilirlerdi. Ama göremezlerdi, insanlar buradan geçerken bunu gördü.

 

Siz burayı toparlarken, insanlar yardım etti mi size?

 

Biz inşaat halindeyken, şu an müşteri dediğimiz insanlar buradalardı, sokaktan geçerken her şeyi gördüler. Buradan geçenler “kolay gelsin, ne zaman açılıyor, yardım edelim mi?” diye soruyorlardı. Süreç böyle başladı, sonra sonucu gördüler. Birde insanlarda şu oldu, “abla şunu kaldırırken, şunu takarken ben yardım etmiştim” diyorlar. Böyle olunca da insanlar burayı benimsedi, aitlik hissediyorlar. Buraya emeğinin sindiği hissiyatına kapılıyorlar. Ortam sıcak.

 

Siz burada para kazanma kaygısı gütmüyorsunuz, en azından ilk izlenimim benim bu…

 

 Bir de buraya gelen müşteriler şunu görmüyorlar: İçeri girer girmez hadi bir şey yiyin, için bize para kazandırın havasını göremedikleri için burada rahat hissediyorlar. Adamlar geliyor buraya kestane yapıyor. Ben burada kestane alıp satabilirim. Ben bilmiyor muyum, bir ticari zekâm yok mu, elbette var. Ama ben bunu istemiyorum. Ben kestaneden, çaydan zengin olayım olayının dışındayım. Burası bir ticarethane, kendini kurtarsın kaygısı var ama illa çok para kazanacağım demiyorum ben. Maksat güzel izler, anılar bırakabilmek. Hayata farklı bir pencereden bakabilmek.

 

Sizin meslekleriniz çok farklı, nereden çıktı kafe fikri?

 

Ben makine mühendisiyim, eşimde müzik öğretmeni. Ailem başta olmak üzere bunlar bize sıkça soruldu. Siz para kazanamıyor musunuz? İşiniz gücünüz varken neden kafeyle uğraşıyorsunuz, dediler. Bir gün eşimle oturuyoruz. Eşim benim en iyi arkadaşım. Biz arkadaştık, hala da arkadaşız. Eş bizim için sadece evin bazı bölümlerinde geçerli. Bu hayat yoluna beraber çıktık. Biz flört döneminde de aynı şeyleri yapıyorduk, nişanlıyken de aynı şeyleri hissediyorduk.

Bu hikâyenin ilk çıkış anını merak ediyorum…

 

Bir gün evde oturuyoruz. Konuşuyoruz, oradan buradan, aileden, yaşlılardan… Dedim ki biz hayatın neresindeyiz. Çok kitap okumanın da dezavantajları bunlar. Kendini ve hayatını sorguluyorsun bir yerden sonra. Etrafımıza bakalım dedik, sorgulamaya babalarımızdan başladık. Ben babama bir gün bir soru sordum, “ baba şimdi 30 yaşında olsan ne yapardın?” babam da, “ Ahh kızım ahh!” yine çalışır para kazanırdım, ama bu kadar da gelecekte şu olsun, bu olsun diye yormazdım. Hayatı rayına bırakırdım, o gün ne hissediyorsam onu yaşardım” dedi. Bunun üzerine döndüm eşime, “Ahmet biz de bir gün 50 yaşına geleceğiz. Şimdi çalıştığımız işlerden yola çıkarak, çalışıyoruz yatırım yapacağız. Ev alacağız, araba alacağız, çocuğumuz olacak… Bir anda bakacağız yaş olmuş 50. Çok hızlı geçecek zaman. Ve nasıl geçecek sürekli bir şeylerin kaygısıyla, geçecek. Peki, yarın sabah, birimizden birinin hayatta olma ihtimali yüzde kaç?” dedim. Mutluluk nedir, parasız mutlu olunmuyor bu bir gerçek ama o an içinde yaşadığım anı en güzel şekilde geçirebiliyorsam mutluluk odur. Dedim ki eşime, “Biz şu an mutlu muyuz, mutluyuz. Peki, bundan daha az kazansak mutlu olur muyuz? Yine oluruz, her şekilde mutlu oluruz. O zaman biz mutlu olduğumuz şeyleri yapalım” dedim.

 

Mutlu olduğunuz o şeyler nedir?

 

Eşim en çok keman çaldığında mutlu oluyor. Biz evlendik, mutfakta daha hiç yalnız kalamadım. Her an evde ‘gıy gıy’ keman. Mutfakta, salonda, yatak odasında her yerde çalıyor. Adam kemanı seviyor. Bunu başkalarının mekânında yapıyordu. Çoğu zaman para karşılığı, çoğu zaman parasız.  Bende insanlarla iletişimi seviyorum, bir arada olmayı seviyorum. Çünkü tek çocuk olarak büyüdüm. Ailem köyde yaşıyordu, bende okumak için yurtlarda, akrabaların yanında kaldım bu yaşa kadar. Durum böyle olunca aile hasretiyle büyüdüm. Aslında ismim gibi her şeye özlem duydum. Köy çocuğu olmama rağmen sobaya bile hasrettim. Annemi soba yakarken görürken çok mutlu oluyordum. O odun kömür kokusu içimize işlemiş. İş ortamında mesleğim gereği belli bir kalıpta olmam gerekiyordu. Ben de artık insanlarla iç içe olmam gerekiyor diye düşündüm. Ben çay verirken gücenmem, insanlara hizmet etmekten gocunmam. 

>> Devamı Yarın

 

Röportaj: Dilek Bolat